21 Nisan 2007 Cumartesi

Bafa - Öksüz cennet

9-10 mart 2007'de gidip tekrar tekrar günlerce haftalarca zaman geçirmek gerektiğine karar verdiğimz bir başka cennet-hazine köşesi yurdumun... Bol tanrılı, kuş sesi, eşek anırması, bir de eskortlarımız arı ile sinek sesinden başka, çıkarsa rüzgar, gölün, ayrı kaldığı sevgilisi denize özenen dalga seslerinden başka hiçbir şey duyamayacağınız, 3 yaş gençleşip, çoook derin soluklanıp döneceğiniz yerden...
Paylaşalım diye...

Hep beraber gidilsin diye...

Aah ah ne güzel diyelim diye...

Ve tabii bir kez daha ne kadar sahipsiz değerlerimiz, ne kadar açık yağmaya ve hırsızlığa görelim diye, yazıyorum.Bafa Gölü tuzlu bir göl, çünkü denizle bağlantılı bir lagünmüş eskiden. Bu lagünün ağzı gelen alüvyonlarla kapanmış zamanla ve bir göl halini almış. Bu göl güney sahillerine, ya da Bodrum’a inmiş herkesin yanından geçip de hiç “karşı kıyısında ne var acaba” merakı uyandırmayan halim selim bir göldür. Yol tarafında yerleşim hemen hiç yoktur, karşı kıyıdadır köyler. En fazla kenarındaki bir restoranda yemek için durulur, ya da Alman bir ailenin kurdugu “holiday village(!)” ziyaret edilir. Karşı kıyıya geçilip Kapıkırı(Herakleia) köyüne varıldığında görülür ki burası birbiri üstüne karmakarışık yığılmış gibi görünen kayaları ve tarihöncesi kalıntıları ile açık bir müzedir esasında. Anlatılması güç bir büyüsü var gerçekten. Güneşin yansımalarıyla değişen yeşilin ve toprağın rengi ve göz alabildiğine uzanan ovadaki, canavarlarca kemirilmiş hissi uyandıran devasa yumurta şekilli kayaları ile uzay çağı ile tarih öncesi çağlar arasına sıkışmış bir film setine gelmişsiniz gibi hissettiriyor... Görülmesi için tavsiye ettiğim mevsim ilkbahar! Tam doğa uyanırken gidin ki “koca ahı” diye adlandırdıkları zehirli bitkileri yolarken köylüler, onlarla sohbet etme imkanı bulun, ya da böbrek taşı düşürüyor diye altın yaprak toplasınlar size, bir de bi demet karabaş otu tutuşturup elinize “yingen gargan gondertti” desinler. Tabii zeytine gidip hanelerde sadece küçük çocuklar ve yaşlıları bıraktıklarından köyün içine girdiğinizde ancak köy kahvesindeki tonton yaşlı amcalarla çay içebilirsiniz, diğerleri tarlada oluyorlar.
Devasa, sanki elle şekil verilmiş kayalar, kayaların yüzdüğü çimen denizi, rengarenk, topraktan fışkırmış çiçekler, yeni uyanmış esneyerek gerinen doğa... Bu mekân eskiden, çook eskiden insanoğlunun yerleşik hayata geçmek üzere seçtiği bilinen ilk yerleşim alanı. Tüm dünyada, yaşadığımız ve bildiğimiz tek gezegendeki yegane köşe hatta. Milliyetçi duygularla abartmıyoruz, yapılan çalışmaları, araştırmaları kılavuz gösteriyoruz. İlk derken M.Ö. 8.000lerden bahsediyoruz, ve tabii konu ile ilgili araştırmalara tüm hayatını adayan yine bir Türk değil maalesef. Saygıyla andığımız bu arkeolog ve tarihçi ve oralarda köyden biri olarak anılan, Latmos projesinin başkanlığını yürüten Anneliese Peschlow Berlin Alman Arkeoloji Enstitüsü’nden(DAI) bir araştırmacı. Benzerleri gibi ülkemizdeki bu 10.000 yıllık kalıntıları kendi ülkesine taşımadığı için minnetarız kendisine.

Prehistorik yani tarihöncesi çağ insanının inandığı tanrıları, yaşam biçimini ve hatta ilk yerleşik hayata geçilen yer olarak burada aile inanışı ile ilgili bulguları anlattığı bir de kitabı var kendisinin, Homer kitabevinden çıkan. Belirtilene göre daha önceki tarihlerde ve dünyanın başka bir yerinde yerleşildiğine işaret olan zeytinyağ atölyeleri, mezarlıklar bulunmuyormuş. Mağara içindeki çok eski resimlerde insanın tarih içindeki gelişiminde bir aile olarak kendini resmetmesi ilk kez burada bulunmuş. Öyle ki erkek ve kadın ve de çocuk figürlerini anlaşılmaz olsa da bizler bile ayırtedebiliyoruz. Bize beyin jimnastiği yaptıran ve olay yerinde temsili bilimkurgular çektirten, “Tanrıların Arabaları” gibi kitapları çağrıştıran husus ise T şeklinde, anten biçimli resimlenmiş kafalar. Bir anlam veremeyip, yok canım uzaylı değildir, saç çizememiş garibim deyip geçiştiriyoruz. Elimize aldığımız kitapta gördüğümüz bölgedeki eski yazı kalıntıları ise dudak uçuklatacak kadar fazla. Bunlara nasıl ulaşırız’ın cevabı ise basit. Önceleri “ver 5 kuruş bizim oğlan götürüvissin sizi” diyen tombiş teyzeler bile uyanmış bölgedeki turizm potansiyeline ve nabza göre şerbet vermekteler mahalde. Sizi görünce bir kere hemen çevresi oyalanmış tülbentler, incik boncuktan kolyelerini çıkarıyorlar. Kalacak yer sorarken ise yarım pansiyon 30 YTL – 100 YTL arası farklı fiyatları benzer pansiyonlar için duymak mümkün. Kirletmiş turizm oranın köylüsünü. Baktı ki bu turistlerin ağzı laf yapıyor, hemen yörede 15 yıl çobanlık yapan ve artık kahve işleten emmiyle bağlantı kuruluyor. Emmi de öyle bildiğimiz para istemeye sıkılan, sırf köylerindeki zenginlik bilinsin diye göstermiyor bu yazıları, paha biçiyor emeğine. Hım hım, peki diyoruz, demesek sonuç kaybolmak ve hüsran olacak. Yumurta topuk ayakkabılarıyla bir başlıyor o koca kayaların üzerinde sekmeye bizim emmi, biz de arkadan diller beş karış dışarda, façayı bozmamaya çalışıyoruz, sportifiz aslında... Bir yandan da şu kayadan sağa, şu çukurdan sola diye aklımıza yazmaya çalışıyoruz ama nafile. Girdiğimiz kaya mağaranın girişine kadar gelip önünden geçsem yine bakmak aklıma gelmezdi içine. Ve fakat işte karşımıza çıkan;
10.000 yıl öncesinden günümüze miras bu yazılara bir karış mesafede durmak bile titretmeye yetiyor içimizi. Ne üzerinde bir cam, ne de farklı bir koruma... Emmi elliyor da zaten “ heee buralarda taa çok vaa bunnadan” diyerek... Oğlunun ameliyatını anlatmaksa daha önemli onun için, konuyu değiştiriveriyor, bizim gözler faltaşı aklımız neandertallerde, dinliyormuş gibi yapıyoruz...Sonra oradan çıkıyoruz. O anlatmaya devam ediyor orada kaç yıl nasıl çobanlık yaptığını ama çocuklarını da okuttuğunu, adam ettiğini, bir yandan da zerre kaymadan üzerinde yürüdüğü o yumurta topuklara hayret ederek parmağıyla işaret ettiği yerlere bakıyoruz. Oralarda da varmış da bu Kerdemelik mağarasındakiler en belirgin olanıymış, Balıktaş, Kayabaşı, Göktepe ve Karadere’de de varmış. Biz onları ancak muhtardan aldığımız kitaptan görebildik. Ve kendimiz dolaşmaya başladık araziyi emminin tavsiyesine göre.
Yandan bakıldıgında yine ısırılmış yumurta kayalarımızdan birinin yanına yaklaştığımızda görüyoruz ki içi boydan boya Fresk dolu, 13. yüzyılda Hristiyan misyonerler oraya bu freskleri yapmışlar ama tabii İsa peygamberi gören mazlum köylü taşlamış o freskleri yıllarca, bize de kalanı görmek düşüyor, yine doğa olaylarına açık, yine korunmasız ortada. Ve hatta yandan itsen devrilecek sanki;
Hemen yanı başında manastır ve kale bulunuyor. Ayrı bir doğa ve doğaya uyumlu yapılar, o zamanın insanları nasıllarmış, nasıl yaşamışlar diye geçiyor aklımızdan...
Köye yakın, uzak, köyün içinde, köy evinin kenarında, altında ve hemen her yerde antik kalıntılar var, bizzat oradan aldığı taşı evinin harcına katanını da gördük. Onun değil onu bilgilendirmeyenin suçu, hepimizin aslında. Yüzyıllar önce yapıldıgı belli kayalara oyularak sekillendirilmiş kaldırımlar ve boy boy mezar olmuş nekropoller, bir kısmı suların altında kalmış ve tabii ki içlerindeki değerli eşyalar çoktan yok olmuş...

Mitolojik bir hikayesi de var tabii Latmos’un; Selene ile Endymion’un aşkı. Siz biliyor muydunuz ayın neden ayda bir çıkıp tüm güzelliği ile kendini gösterdiğini? Endymion içinmiş. Avcı ve çoban Endymion Latmos’un bir mağarasında uyurken ay tanrısı Selene ona aşık olmuş. Selene Zeus’tan onun hiç uyanmamasını ve sonsuza dek genç kalmasını dilemiş. Endymion sonsuza dek genç kalmış ve sevgilisi Selene de eskisi gibi seyrek değil ona ayda bir görünebilmiş. Elli kızları, bir tane de oğulları olmuş.
Endymion’a adanmış kutsal alanının İ.Ö. 3. yüzyılda yapıldığı düşünülüyor, Athena tapınağı ile birlikte şehir içinde en iyi korunmuş yapılar. Athena tapınağı içindeki yazıtlar biri Zeuxis digeri Scipio tarafından İ.Ö. 2. yüzyılda yazılmış mektuplara indirgenmiş ve günümüze çok değerli bilgiler taşımışlardır. Bu mektuplara göre bölge iç deniz olmadan önce önemli bir ticaret limanı imiş.
Buralarda yılan balığı yememiz şiddetle önerilmişti, fakat biz oldukça yağlı olan bu balığı pek sevmedik. Ama gün batımında sessiz sakin minik bir tepede kuş cıvıltıları eşliğinde yediğimiz akşam yemekleri çok keyifliydi.
Siz de üşenmeyin, kaçın bir hafta sonu.
Sevgiyle kalın, yollarda olun.